Bana bir seçenk sunsalar...(Ya da Matrix'de Neo'ya uzattıkları kırmızı ve mavi hap gibi olsun) Gerçek dünya yerine hayali bir dünyada veya pek çok şeyin varolabileceği paralel bir evrende yaşamak istermiydin diye. Hiç tereddütsüz kabul ederdim. Gerçeklik o kadar kurak bir çöl ki, benim gibi hayal gücü kuvvetli insanlar için arada kalmışlık-sıkışmışlık-nefes alamama duygusu ya da en basitinden buraya ait değilim duygusu yaratıyor adeta. Gün sonunda aileniz ve arkadaşlarınız sizi "tuhaf" biri olarak görmeye başlıyor. Giderek daha çok kitap okuyup daha çok sinemeya gitmeye başlıyorsunuz. Orası o kadar sıcak geliyor ki, adeta coşup sarhoş oluyorsunuz. Her daim çocuk kalmak bu galiba.
Sinema benim için bir lütuf. Bir zevk değil zorunluluk. Özellikle son yıllarda izlediğim en harika film neydi diye hatırlamaya çalıştığımda benim cevabım Matrix olacaktır. (Elim çenemde, gözler boş ekran önünde kalakalmıştım. Cidden :) O zamandan beri sinema kavramının hakkını veren, izlediğim için kendimi şanslı hissettiğim (-ya ben öldükten sonra çekselerdi diye iç açıcı! fikirler uyandıran) bir film İnception.
Fikir basit. İnsanların rüyalarına girip fikirlerini çalmak. Üstelik fikirler öyle havada uçuşan basit avlar da değil. Bir kasa veya hapishane duvarları ardında bilinçaltı tarafından korunuyor. Peki ya işi daha da zorlaştırsak? Mesela amaç fikir çalmak değil de fikir ekmek olsa. Bir başkasına sanki kendi fikriymiş gibi gelecek bir düşünce tohumu ekebilir misiniz? Bunun için rüya katmanları arasında gerçekle hayali karıştıracak kadar derine iner miydiniz? Peki ya ölmüş eski karınız suçluluk duygunuzu kullanıp rüyalarınızda önünüzü kesseydi? Neleri riske atardınız?
İnception'ı ilk izlediğinizde sorularınız olacak. Tüm cevapları ilk izlediğinizde alamayabilirsiniz. Buna rağmen vaadettiği herşeyi alacağınıza kefilim.
Unutmayın. Hepimizin bir kick'e ihtiyacı var...
0 comments:
Post a Comment